Yazan: Oktay Taftalı. Şair, pedagog, felsefeci
Geçen akşam (19.08.09) TV 24 kanalının geç saatte yayınlanan haber programında, üstün zekâlı çocuklarla çalışan bir enstitünün yöneticisi konuşuyordu. Yönetici, ülkemizde bu cocuklara yönelik özel eğitim veren kurumların yeterli olmamasından yakınıyor, fakat o özel eğitimin nasıl olması gerektiğini tam özetleyemiyordu. Kendisinin de üstün zekâlı olduğu anlaşılan ve galiba, Boğaziçi’nde fizik bilimadamı olmaya çalıştığından söz eden yönetici, üstün zekâlı olarak tanımlanan çocukların özelliklerini sıralıyordu. Buna göre: yaşından beklenmeyecek düzeyde yetkin cümleler kuran, yaşının ötesindeki konulara ilişkin ardarda sorular soran, okuma yazmayı okul öncesi çağlarda öğrenen, çok basamaklı rakamlarla matematiğin dört işlemini kafadan ve hızla yapabilen bu çocuklar, üstün zekâlı sayılıyorlarmış. Doğrudur. Aslında halk arasında da “üstün zekâlı” tanımının, daha farklı bir anlama geldiği söylenemez.
Belki birçoğumuz kendi çocukluk yıllarında mahalle ya da okul arkadaşlığı çevresinde, üstelik sanıldığından fazla sayıda böyle çocuklar tanımışızdır. Ben şahsen bütün okul hayatım boyunca, dört-beş haneli rakamları kafadan çarpıp bölebilen, daha ilkokul çağlarında bir takım deneylere kafa yoran, yılın hangi aynın kaçıncı gününün, haftanın hangi gününe tekabül ettiğini bilecek şekilde takvim ezberleyebilen ve öğretmenler tarafından ön sıralara oturtularak özel muamele gören üç arkadaş tanıdım. Farklı zaman ve sınıflarda tanıdığım bu çocukları, yukardaki zekâ tanımına uyan özellikleri nedeniyle, öteki çalışkan çocuklardan ayırıyorum. (Yine çoğumuzun bildiği gibi, çalışkanlar da ön sıralarda oturur, aileden ve kendilerinden kaynaklanan hırslarını, belli bir disiplin ve istikrarlı çalışmayla “başarıya” dönüştürürlerdi.)
Öte yandan, aralarında benim de olduğum ve geneli oluşturan haylaz çocuklar, sene boyunca en arkalarda, özellike kalorifer yanı ve cam kenarı sıraları kapmak için didişir dururduk. Gri, hatta boz-puslu bir atmosferin hakim olduğu kış günlerinde, nedense bazılarına Haydarpaşa Lisesi’nin pencerelerinden Marmara’nın enginlerine bakarak saatler boyu hayal kurmak, ön sıralarda cereyan eden zekâ oyunlarına katılmaktan daha çekici gelirdi. Sonuçta bütün sene boyunca hayâl kuranlar sınıfta kalır, ancak hayallerini erteleyenler ise başarılı olurlardı.
Sürekli sınıfta kalanlar ve sürekli geçenler arasındaki uçurum açıldıkça zekâlarının psişik baskısı nedeniyle zaten pek de sosyal olmayan bu arkadaşların izlerini kaybettik. Ancak süper zekâlarıyla dikkat çektikleri için, isim ve soyadları aklımda kalan bu arkadaşları yıllar sonra internet üzerinden araştırdım. Takvim ezberleyebilen arkadaş işletmeci, deneyler yapan arkadaş tıp doktoru ve kafadan beş haneli rakamları çarpan arkadaş ise uçak mühendisi olmuşlar, halen Türkiye’nin konularında en önde gelen kurumlarında çok başarılı birer “uzman” ve yönetici olarak çalışıyor ve iyi para kazanıyorlar. Güzel… Fakat öteki normal zekalı inek/çalışkan arkadaşlardan da böylesine başarılı uzmanlar, yöneticiler gırla… Üstüne titrenen ve seyrek rastlanan “üstün zekâ” hayat içerisinde “inek” arkadaşlarımızdan çok fazla öteye gidememiş görünüyor: Seçkin bir meslek, yüksek bir kariyer ve iyi para… bu mudur? Bence burada zekânın nitelenmesine ilişkin temel bir yanılgı var. Yoksa, ülkenin koşulları bu zekâları yeterince değerlendirmiyor şeklindeki yanıt, işin kolayına kaçmak gibi geliyor. Çünkü, ülke en iyi meslekleri, en seçkin kurumlarını bu arkadaşlara sunmuş daha ne olsun.
Aynı bağlamda ilginç olan başka bir şeye dikkat çekmek istiyorum: internet üzerinden eski arkadaşları araştırırken, öğrencilik yıllarını hayal kurmakla geçiren vasat zekâlı ve haylaz arkadaşlardan bazılarının, bugün, bu süper zekâ arkadaşların hayal bile edemeyecekleri birer tasarımcı, kuramcı konumunda olduklarını gördüm. Sabahlara kadar ucuz şarap içip, birlikte şiir okuduğumuz normal zekâ bir arkadaş, bugün merkezi Paris’te olan dünya enerji ajansının genel sekreteri olmuş. Hayal kurmanın da ötesinde bizzat siyasi eylemi nedeniyle sekiz sene hapis yattıktan sonra, hukuk bitiren ve bugün memleketin en önemli ceza hukukçularından olan bir başka arkadaşımız var. Yine arka sıralarda hayal kurarak vakit geçiren bir başka “vasat zekâ“ arkadaş, bugün Hasip Pasa Yalısı, Zübeyde Hanım Evi, Türk Tarih Kurumu Basımevi gibi, yüksek sanat değeri taşıyan mimari yapılara imza atıyor.
Örnekler daha da çok, ama başa dönerek şunu anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Bir modern toplum “bilimi” olarak psikolojinin ve psikolojideki bazı moda eğilimlerin, bize önerdiği tanım ve kavramlara, mesafeli ve sorgulayıcı yaklaşmak gerekiyor. Eğer “üstün zekâ”, sadece empirik olgular (fac/factum) arasındaki bağıntıları gören ve bu bağıntıları başkalarından daha hızlı kavrayarak yine bir takım empirik sonuçlara ulaşan bir zekâ ise, bir zekadır, ama üstün bir zeka değildir.
(Ayrıca bu konudaki ölçme ve değerlendirmelerin son derece göreceli olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Örneğin orta Avrupa’lı çocukların zekâlarını öçmek için uygulanan HAWIK (Hamburg-Wechsler-Intelligenztest) testini, Yozgat’tan göçmen olarak Avrupa’ya gitmiş bir ailenin çocuğuna uyguladığınızda, yozgatlı çocuğun geri zekâlı olmasa bile, düşük zekâlı çıkması kaçınılmazdır. Ve göçmen çocuklar Almanya, Avusturya gibi ülkelerde eğitim kategorilerine yönlendirilirken ne yazık ki, bu standart hâlâ kasıtlı olarak uygulanmaktadır.)
Öyleyse en başta, “zekâ”ya üstünlük atfetmek modern toplumun temel yanılgılarından birisini oluşturuyor. Zekâ farklılığını, bir üst-alt hiyerarşisi içinde değerlendirmek yerine, zekânın işlevsel niteliğinden yola çıkarak tanımlamak, gerek zekânın sahibi, gerekse uygulama ahlâkı açısından da daha doğru olur.
Kabaca ayırırsak: Yukarda, üstün zekâ olarak tanımlanan, yaşından büyük laflar eden, rakamları bölüp çarpan, çabucak okuyan, empirik olgular arasındaki ilgileri konu edinen “büyümüş de küçülmüş” çocuk modeli, “formel bir zeka”dır. Beri yanda empirik olgu ve ilgileri fazla dikkate almayan, dolayısıya bu alanda herhangi bir “cambazlık” sergilemediği için vasat sayılan bir çocuğun, çocukluk durumunu aşar aşmaz, empirik olguları da soyutlama yoluyla aştığını ve genellemeler, kavramlar aracılığıyla kuramsal düşünmeye başladığını kolay kolay sezemeyiz. Çünkü kuramsal ve kavramsal düşünce, “zeka kübü”nün renklerini bir araya getirmek türünden, hemen ve anında empirik olarak gösterilebilir ve görülebilir “akrobatik” sonuçlara yol açmaz. Bizim tarafımızdan görülebilir cambazlıklara yol açmadığı için, çoğunlukla vasat olarak değerendirilen bu tür bir zekâya “soyutlayıcı veya kavramsal zekâ” diyebiliriz.
Tek tek olguların eş ve benzer nitelikerinden yola çıkarak, genel ilke ve kuramlara ulaşan bu zekâ’yı birim zaman içinde, kronometre ve test sorularıyla ölçmeye çalışmak anlamsızdır. Üstelik bu zekâ, anlamaya, anlamlandırmaya ve açıklamaya çalıştığı kavramlar üzerinde; kavramın soyutluğu ölçüsünde alabildiğine yavaş işleyebilir, dolayısıya üstün veya vasat gibi hiyararşik bir konuma da sığmaz. Daha ilginci bu tür zekâya sahip çocuklardan “can sıkıntısı” yakınmasını fazla duymazsınız. Tek bir ağaç dalını iki bacağının arasına alıp, onu bozkırlarda koşan bir at gibi tasarlayarak, kendi kendine binbir macera yaşayabilir; tek bir masalı on farklı versiyonuyla arkadaşlarına anlatabilir, her defasında aynı masala yaptıkları katkıdan büyük haz alırlar, en kısıtlı imkânlar içinde bile, yakınmaksızın kendi kendisine yeterli olabilen çocuklardır bunlar. Ve dışardan bakınca, sıradan, vasat, belki biraz da palavracı görünürler. Ancak bu zekâ, “üstün zekâ”da pek bulunmayan, ilişki sürdürebilme, uyum, geçinme, akranlarının ilgisini çekme gibi sosyal ve moral yeteneklere de sahiptir. Yaş ilerledikçe moral yetenek tarafından disipline edilen “soyutlayıcı zekâ” kuşkusuz giderek “akla” dönüşecektir. (Burada bir parantez açarak zekâ’nın, ahlâk ve değer sistemleri tarafından disipline edilmediği sürece “akıl” olamayacağını da kısaca vurgulamak gerekiyor.)
Bu türlü zekâ, bir F 16’nın montajını ve “teknolojisini” değil, onun uçma ilkelerini, dahası “amaç ve gereksinim” teorisini tasarlayan zekâdır ve o mutlaka soyutlama gereği duyar, çünkü tasarım yapmak, soyutlama yapmaktır. Öte yandan “Soyutlayıcı zekâ”yı çokca yapıldığı gibi EQ ile de karıştırmamak gerekiyor. (Hoş, EQ yani emotional intelligence de tartışmalı bir tanım, doğrusu intuitonal intelligence olmalıdır, bunu da bir başka zaman tartışacağız.)
14 Comments
Erinç Aşıcıoğlu
belli bir konuda zorla doldurma zekaların tek bir şey olabildikleri.Toplumsal algının önemsedikleri şeyler gerçek bireyleri ne kadar yarata biliyor?
Öykü Dinç
Oktay beyi sayenizde tanıdım. Gündemimizde bizlere pompalanan hikayelerin zekamızı gerilettiğini düşünüyorum. Dayatma hayatlar yaşamamıza neden olan ortamlardan ve insanlardan kurtulabilmemizi diliyorum.
Ayşegül Kaçaroğlu
Bana Acun Ilıcalı örneğini hatırlattı. Acun bir türlü okulu sevememiş, haylazmış. Şimdiki haline bakın. Boğaziçililer onun kazandığını kazanamıyordur!!!!
Sibel
Oktay bey,
Ustun zekada bulunmayan yanlari harika ozetlemis. Tebrikler
Aslı
Testlerin işe alımlarda sıkça kullanılmaya başladığı günümüzde bu yazı bana çok iyi geldi.
Canan Taşkın
Oktay bey burada önemli bir noktaya değinmiş bence
‘zekâ’nın, ahlâk ve değer sistemleri tarafından disipline edilmediği sürece “akıl” olamayacağını da kısaca vurgulamak gerekiyor’
ahlak ve değer sistemlerimiz ne halde diye sormamız gerekiyor. ya da cevabını biliyoruz ama neden birşeyler yapamıyoruz. üstün zekalı dostlarımız bize neden yol gösteremiyor?:)
Ebruli
Malesef burada tanımlanan formel zeka iş dünyasında işe alımlarda aranan zeka gibi duruyor bazen. ya da tüm sınav sistemlerini bu gruba sokabiliriz belki. hem gerçek konuşalım şu formel zekaya sahip olanları dahi geliştirmek güç. evet yazının başında bu tür çocukları yetiştirecek yer olmadığından yakınanlar da sorgulanıyor ama nerede bu süper zekiler? bu çocuklar normal sınıflarda sıkılıyorlar. ben kendi çocuğuma nasıl bir okul eğitimi vereceğimi şaşırıyorum. (mevcut sistemde dahi)
Vildan
Bravo. Düşüncelerime tercüman olmuş bu yazı. Düşüncelerimi benden daha iyi kaleme dökmüş Oktay bey.
Barış Atasoy
Zeki olanlar ile “daha az zeki” olanları kıyaslarken seçtiğiniz kriterler, özellikle Ayşegül Hanım’ın “Acun’un başarısı” örneği, tüylerimi diken diken etti.
İş dünyası zaten çok zeki birini istemiyor. Dünyadaki tüm ekonomik sistem, orta zekalı birinden yüksek verim alma üzerine kurulu. (Verim kelimesinin altını çiziyorum)
Söyler misiniz Ayşegül hanım, toplumun zeka,kültür ve beğeni düzeyi “daha yüksek” olsaydı, “Acun’un başarısı” “kıskanılır” mıydı?
Yani sizin kriterlerinize göre, birçoğumuzun günlerce anlatılsa dahi anlamayacağı konularda hayal kurarak eğlenen fizikçiler “başarısızlar” (Ayşegül hanıma söylüyorum)
Artı “bizim okulda üstün zekalılar, bir de normaller vardı” demek pek o kadar bilimsel bir kesinlik içermiyor olsa gerek! Yani kafadan 4 basamaklı sayıları çarpamayan bir çocuk, belki bunu yapana güldüğü için uğraşmıyor, eleman o sırada kozmoloji gibi daha ciddi mevzular üzerinde düşünüyor! (Ki bu tiplerin notları filan da kötü olur, genelde üniversitede parlarlar)
Barış Atasoy
Şu yazımı da okumanızı tavsiye ederim: http://www.pozitifpc.com/editorblog/toplum/biz-inek-miyiz
Aslı
Barış’a katılıyorum. İş dünyası orta zekalı birinden yüksek verim alma üzerine kurulu. Daha güzel ifade edilemezdi.
Ayşegül Kaçaroğlu
Barış bana pek bir yüklenmiş. Acun’un zeki olmadığını kim söyledi? Sadece okulda başarılı değilmiş dedim. Bu zekasının kıt olduğunu anlatmaz. Zekayı sadece matematik dersinden aldığın not olarak görürsen başka. Acun, yetenekli olmasaydı bu kadar başarılı olamazdı. Birçok kişi hayatı, pazarlamayı, programcılığı, tasarımcılıği vs süper bilir. Böyle sağda solda internette yazar tutar ama iş yapmaya düştü mü afallar. Cünkü bilmekle yapmak ayrıdır. Danışmanlar bu yüzden vardır. Birşeyi uygulamakta başarısızdırlar, ama bilgi satmayı bilirler.
Barış Atasoy
Ayşegül ben Acun aptal demedim. Aksine, hayatı TV’den gördüğünden farklı sanmayan cahil bırakılmış insan tipini çok iyi sömürüyor. Hatta o programı ilk akıl edenler de ya süper zeki ya ultra salak; çünkü program aklı başında biriyle dalga geçiyor. Ama Acun gibilere şark kurnazı denir. IQ’su 110 ve altı insanları sömürmek için bana da bir fırsdat verilse, “çüş” dedirten fikirler atarım ortaya; ama Acun gibi sunamam programı, çünkü bu zekayla değil beceri ile ilgili birşey. “Acun, yetenekli olmasaydı bu kadar başarılı olamazdı” diyerek zaten benim dediğime gelmişsiniz.
Demir Atalay
Nefis bir yazı. Oktay beyle de böylece tanışmış olduk. Fatmanur hanıma teşekkürler. Yazı kadar tartışma da ateşli olmuş. Barış beye katılmamak da elde değil. Fakat, dünyaya has bir durum bu. Süregiden tartışmadır, bir kitabın çok satması neyi ifade eder?