Başarı üzerine okumak, ilgi alanınız olan herşeyi okumak kadar değerli.
Başarı üzerine çalışan Mümin Sekman, yeni bir kitap yazmış. Ben okumadım, ama kendisi bu konulara gerçekten kafa yoran, analitik düşünen bir kişi. İlgisi olanlara “Şampiyon Sözleri” kitabını okumalarını öneririm.
Aslı ile İşin Aslı programında Aslı’nın sorduğu bir soruya M. Sekman şöyle cevap verdi.
Soru: “Tüm bu başarılar sizi hiç ukala yapmadı mı?” Mümin Sekman’a yöneltilen soru başarı sizi hiç mi bozmadı tadında bir soruydu.
Mümin Sekman’ın cevabı ise bana kalırsa şaşırtıcıydı.
Cevap: ” Ben hep alanında en başarılı 3 kişiye kariyer koçluğu yaptım. Onlarla çalışırken ve onları incelerken çok şey öğrendim.”
Yani kısacası alanındaki en iyi insanlarla çalıştığı için ve onların içinden geçtiği sorunları çok iyi gördüğü için “hata yapmadım” demeye getirdi ve soruya dürüstçe cevap vermeyi savsakladı. En azından ben verdiği cevabı bu şekilde yorumladım.
“Başarı ego yükseltir, başarısızlık akıl öğretir.” öğüdünü de bize hatırlatan Sekman’ın aslında bu savsaklama cevabı bana kalırsa üç şeyi gösterebilir:
1- İnsanları çok iyi gözlemleyebilmek her zaman kendimizi de iyi gözlemleyebildiğimiz anlamına gelmez.
2- Sürekli başkalarının hatalarından öğrenerek hareket etmek hayatı belki de gereğinden fazla güvenli yaşamayı seçmektir. Zira, her yapılan hata dönemin, durumun ve kişinin içinde bulunduğu şartlara (kontekste) bağlıdır. Kişinin hata saydığı şeyler diğerleri için ve diğer durumlarda hata olmayabilir.
3-Başarı, salt analitik tanımlamalara, karakter bütünlüğüne sıkıştırılamayacak kadar komplekstir. Örneğin şans faktörünün başarısında rolü olmadığını düşünen hiç bir başarılı insana rastlamadım. Yaptığım okumalarda da şans faktörünü es geçen başarılı insana pek denk gelmedim. İşini şansa bırakmak değil, şansın başarıdaki rolünü bilmekten bahsediyorum elbette. Yani ister Jimmy Wales olun, ister Alexander Ljung olun, ister Marc Zuckerberg olun… Hepsinin hayatı bir dolu şansın yanyana gelmesinden ibaret.
2 Tür Başarı Vardır
Hayatta 2 tür başarıdan bahsedebiliriz.
1- Yaşamı bir bütün olarak ele alarak hem yaşam hem de kariyer başarısı elde edenler.
2-Yaşamın en değerli bileşeni olarak kariyerini ele alanlar ve sadece kariyer başarısını önceliklendirenler.
Mümin Sekman, kitabında bu ikinci türden başarıya sahip olanları ele almış gibi duruyor.
İnsanların çoğu birinci bölümde dahi başarılı olamıyorlar. Çünkü gençlere tek ve en kritik başarının kariyer başarısı olduğu aşılanıyor. O zaman da Dr. Korkut Ulucan’ın dediği gibi şampiyon geniniz yoksa, işiniz epey zor oluyor. Şampiyon geniniz var ama doğru çevre şartları içerisinde değilseniz, o zaman da Malcolm Gladwell’in Outlier kitabında anlattığı gibi bir dolu zeki ve yetenekli insan harcanıp gidiyor.
Örneğin, Mümin Sekman ikinci kademede başarı elde etmiş bir yazar/düşünür hiç olmadı. Başarı üzerine bu kadar çok kafa yoran birinin çok daha başarılı olmasını beklersiniz. Ama değil. Nedeni çok çeşitli olabilir. Bir nedeni başarıyı yukarıda bahsettiğim birinci türden ele alıyor olması olabilir. Kendisiyle bundan 10 yıl kadar önce sohbet ettiğimde, şirket kurmak istemediğinden, çünkü aksi takdirde 9-5 memuriyeti olan stabil hayattan çıkmamış olacağına kanaat getirdiğinden bahsetmişti. Bana göre, onun için de yaşamı bir bütün olarak ele almak kendi kişisel başarısında daha öncelikli gibi.
Diyeceğim o ki, eğer başarı tanımınızda yaşamınızı bir bütün olarak ele almayı seçiyorsanız, kariyerinizdeki başarıya -sevdiklerinizle birlikte, istediğiniz şekilde anlamlı bir yaşam yaratarak- ulaşmayı önceliklendirmeyi seçmek faydalıdır.
Bunun için ben sizin yerinizde olsam, önce ilham veren kitapları okumam.
Önce yeteneklerimin nerede olduğunu anlamaya çalışırım.
Başarının ön koşulu yeteneğinizin ve ilginizin nerede olduğunu anlamakta yatıyor.
Bir diğeri de kendi kişilik ve karakterinizi iyi anlamanızdan geçiyor. Komedyen Kaan Sekban’ın Garanti Bankasında satış yöneticisi olarak başarılı olamamasının (ya da hayatından memnun olmamasının) nedeni Kaan’ın başarısız biri olması değil, ilgi alanı ve kişiliği ile uyumlu bir işte çalışmıyor olmasındandır. Fakat yaşadığı deneyim ise eşsizdir çünkü yeteneğinin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan durum iş dünyasındaki çarpıklıkları gözlemleyebilmesi ve birebir o ortamları yaşamış olmasıdır.
(Birçok kişi bu tür durumlara hata olarak bakmakta ve yanlış seçimleri olduğunu düşünmekte. Oysa, kimi insan bu durumu hata olarak değil, o gün ve şartlarda alınmış en doğru karar olarak görmekte, zamanı geldiğinde yeni bir hayata geçiş ve geçmişten de beslenerek yaratıcılığın körüklenmesi olarak değerlendirmektedir.)
Yaşamınızda kariyer başarısı çok öncelikliyse, dünyanın en iyi CEO’su, sporcusu, müzisyeni olmak istiyorsanız, hayatınızın %90’ını kariyerinize adamak zorunda olduğunuzu, yüksek konsantrasyon ve odaklanma halinde olmanız gerektiğini ve sizi hedefinizden uzaklaştıracak tüm kişi ve olaylardan uzak bir yaşam yaşamayı göze almanız ve gönülden istemeniz gerekir. Netflix şu aralar The Queen’s Gambit adlı bir dizi yayınlıyor. Seyretmenizi öneririm.
Şahsen, ikinci türde başarı elde edenlerin hayat tatminlerinin ve mutluluk düzeylerinin ne düzeyde olduğunu incelemekte yarar görüyorum. Birinci türde başarı elde etmek isteyenleri de kariyerde başarının neden aile, sosyal çevre ve anlamlı bir yaşamla çok sıkı bir ilişkisi olduğunu incelemeye ve araştırmaya davet etmek istiyorum.
Şu iki makaleyi de çerez niyetine okumak güzel olabilir:
Marianne Faithfull: the muse who made it on her own terms
Faithfull’s musical career was not expected to last more than 50 years, nor was it supposed to have the kind of weight that might still interest people decades on. It wasn’t supposed to have any weight to it all. Andrew Loog Oldham, the Stones’ manager who spotted her at a party and launched her career as a vocalist, dismissively described her as “an angel with big tits”. As she later recalled, she was “treated as somebody who not only can’t even sing, but doesn’t really write or anything, just something you can make into something … I was just cheesecake really, terribly depressing”.
Three Forms of Meaning and the Management of Complexity
Most psychological models, even those as sophisticated as Gray’s (1982), are based on the assumption that the world is made of objects, existing independently and given, or, more abstractly, of stimuli. That assumption is incorrect: the boundaries between objects or stimuli are largely situation-dependent and subjectively-determined. Half our brain is devoted to vision. This indicates that we do not simply see what is there. The “frame problem”1 encountered by AI engineers producing sensory systems for machines provides another indication of perception’s complexity. This profound problem – the infinite search space for perceptual representation – looms over all other current psychological concerns. We live in a sea of complexity (Peterson & Flanders, 2002). The boundaries of the objects we manipulate are not simply given by those objects. Every object or situation can be perceived, in an infinite number of ways (Medin and Aguilar, 1999), and each action or event has an infinite number of potential consequences. Thus, as the robotics engineer Brooks (1991a; 1991b) points out, echoing Eysenck (1995), perception is the “essence of intelligence” and the “hard part of the problems beings solved.” The world does not present itself neatly, like rows of tins on a shelf. Nature cannot be easily cut at her joints. We frame our objects by eradicating vast swathes of information, intrinsically part of those objects and categories, but irrelevant to our current, subjectively-defined purposes (Norretranders, 1998). How do we manage this miracle of simplification? We will address this question from a neurodevelopmental and evolutionary perspective.