Hayatta karşılaştığımız kimi sorunlara çözüm ararken, sorunun önemi ve karmaşıklığı oranında kılı kırk yardığımız, günlerce sağa sola danıştığımız, tasarımlar, planlar yaptığımız ve buna rağmen istediğimiz neticeyi alamadığımız olmuştur.
Türlü çeşitli mantıklar geliştirerek, olabildiğince “rasyonel” olmak gereğine inandığımız çözüm üretme/arama süreci esnasında, çoğunukla “içimizdeki bir ses”in de bize eşlik ettiğine tanık oluruz. Ancak akılcılığın ve mantığın bir önyargı şeklinde itibar gördüğü “Aydınlanma Çağı”nın ve modernizmin değerleriye yetişmiş birey, bu “içinden gelen ses”e itibar etmeyi çoğunlukla bir gurur meselesi olarak algılar ve ondan kaçınmaya çalışır.
Henüz açıkça tanımlanamadığını varsaydığımız ve o nedenle pek itibar etmediğimiz “içimizden gelen ses”, arzu edilmeyen bir sonuçtan sonra “keşke o sesi dinleseydim” türü yakınmalarımıza da konu olur. Ancak akıl ve mantıkla kutsanmış modern zamanlarda, bu iki unsuru esas almayan davranışların “duygusallık” genellemesiyle itham edilmesi, bizi bir sonraki benzer süreçlerde de ikircikli kılar.
“Duygusal” davranmayı gururuna yedirememek, modern insanın başlıca açmazlarından birisidir. Oysa duyu (impression), duygu (sentiment) ve sezgi (intuition) gibi yetilerden kaynaklanan veriler olmaksızın, aklın ve mantığın olgunlaşması, etkinlik göstermesi zaten mümkün değildir.
Bu yetiler arasında, insana ayrıcalıklı bir bilgi türü sunan sezginin önemi üzerinde durmak gerekiyor:
“Bilginin iki şekli vardır: bilgi ya sezgi bilgisidir veya mantık bilgisidir: ya fantaziden doğan bilgidir veya zihinden; ya bireysel olanın bilgisidir veya tümel olanın; ya tek tek nesnelerin bilgisidir veya onların birbirleriyle olan ilgilerinin bilgisidir; bilgi, bütünüyle ya imgeleri veya kavramları meydana getirir.”
Aslında üzerinde fazlaca düşünmesek, itiraf etmesek bile, basit gündelik hayatımız, “içimizdeki ses” yani sezgi bilgisi tarafından yönetilir.
İnsanın tek tek nesnelerle, tek tek insanlarla, tekil olgu ve olaylarla ilgi içinde edindiği deneyimler, genel bir imge ve tasavvur dünyası oluşturur. Evden alışveriş için pazara gidinceye dek geçen süre içinde, onlarca şey düşünürüz. Ancak eve döndüğümüzde düşündüklerimizi alt alta yazmayı deneyelim, belli başlı birkaç şey dışında hiçbir şey hatırlamadığımızı veya hatırladıklarımızı kolay kolay yazıya dökemediğimizi, ifade etmekte güçlük çektiğimizi göreceğiz. Oysa bu süreç boyunca zihnimizin bir takım şeylerle meşgul olduğuna kuşku yoktur. Fakat bu alışıldık, basit ve olağan süreç boyunca, zihnimizi kimi mantıki ve kavramsal unsurların yanısıra, ağırlıklı olarak meşgul eden ve eylemimizi asıl yöneten başka bir takım unsurlardan söz etmek gerekir.
İşte kendi halindeki gündelik olağan eylemimizi yöneten, yönlendiren ve ifade etmekte güçlük çektiğimiz bu unsurlar, sezgi bilgisinin sunduğu genel ve kapsayıcı imgelerdir.
Sağır ve dilsizlerin nasıl düşündükleri üzerine ünlü bir polemikten yola çıkarak, insanın sadece dilde ve sözcüklerde ifade bulan kavramlarla değil, aynı zamanda imgelerle düşündüğünü söyleyebiliyoruz. Demek ki, mantığın verisi olan kavramların yanısıra, sezginin eseri olan imgeler de, düşüncenin unsurları arasında yer alıyorlar. Ancak imgeleri ifadeye dönüştürülebilmek, kavramları ifade etmekten daha zordur ve yine sezgisel bakımdan ayrıcalıklı bir yetenek gerektirir.
Biz sayısız kez pazara gidebiliriz, ancak bir “pazar yeri” imgesini ifade edebilmenin zorluğunu ayrımsamak için Bernardo Belotto’nun, “Pirna’da Pazar Meydanı” tablosuna göz atmamız yeterlidir. Benzer bir pazar yeri imgesini yazıyla ifade etmek, tezgâhlardaki çeşitli meyve ve sebzelerin kokusunu, insanların koşuşturmasını, kalabalığın, başka hiçbir gürültüye benzeterek tarif edilmesi mümkün olmayan uğutulsunu yazıya dökmek çok daha zordur.
Oysa, söz konusu olan yıllardan beri bildiğiniz, tanıdığınız sıradan bir pazar yeridir.
Ama bu bilme ve tanıma sezgisel-imgesel bir tanımadır ve olağan sıradan eylemimiz bu sezgisel-imgesel bilgi tarafından yönetilmektedir.
Aynı şekilde: pratikte boş bir kovayı kuyuya indirip, su doldurduktan sonra yukarı çekmeniz birkaç dakikanızı alır. Böylesi bir eylemin pratikte size çok basit gelmesini sağlayan, eyleminizi yöneten sezgi bilgisinin sunduğu imgenin gücüdür. Binlerce yıllık “kuyudan su çeken insan imgesi.” Bu imgenin gücünü ve bildirdiği bilginin kapsamını anlamak için, çıkrığın gıcırtısından, kuyunun ağzında ve ipin ucunda yerçekimine karşı salınan kovadan başlayarak, söz konusu eylemi iki sayfa A4 olarak yazmayı deneyebilirsiniz.
Demek ki, sezginin sunduğu imgesel bilgi sayesinde, gündelik olağan hayatı kolayca sürdürmemiz onun basitliğini değil, bilakis olağanüstü gücünü gösteriyor.
Eğer bu bilgi hakikaten basit bir bilgi olsaydı kolayca ifade edebilebilirdi. İşte yine bu nedenle, hayatımızın en basit ve en olağan gibi görünen ilgileri, ifade edilmesi en zor olan ilgilerdir.
Bu ilgiler sadece bizimle nesneler bakımından değil, bizimle öteki insanlar bakımından da benzer özellikler gösterir. Örneğin, iş yerinde, komşuluk veya arkadaşlık ilişkilerinde, muhatabınızın sizi rahatsız eden gündelik davranışlarını, ona basit bir kaç cümle ve davranış taklidiyle, neşe ve sezgisel samimiyet içinde ifade etmek varken, en mantıklı çözümü aramak gerekçesiyle, aylarca karın ağrısı çektiğiniz halde, tek bir cümle edemeden, bu duruma katlanmak zorunda kalabilir ya da “mantık”a rağmen, tam tersi umulmadık çatışmalara yol açabilirsiniz.
Sezgisel olarak edinilen bir dış etkiyi, mantıksal olarak açıklamak ve gerekçelendirmek mümkün olmadığı için, retorik, psiko-drama, autogenes training gibi, sonuçta ilişki biçimlerinde sezgisel ifadeyi güçlendirmeye yarayan tekniklere ve bunların eğitimine gerek duyulmaktadır.
Modernizmin, sezgi bilgisini gündelik hayat ve insan ilişkilerinde teorik olarak görmezden gelmesi nedeniyle ortaya çıkan olumsuzluklar, yine modernizm tarafından “hasarın giderilmesini” amaçlayan kârlı bir endüstriye dönüştürülmüştür. Böylece, aslında her insanda doğal olarak ve doğuştan mevcut yetenekler, önce insana unutturulmakta, sonra para karşılığı çeşitli eğitimlerle yeniden kazandırılmaktadır.
Oysa, Fidel hangi liderlik kursuna katılarak Fidel olmuştur?
Ya da Scott Fitzgerald örnek yaşam kalitesinin sırlarını keşfederken hangi “coach”a danışmıştır?
Aslında sezgi bilgisinin gündelik yaşam pratiğinde son derece geniş bir kabul gördüğüne kuşku yoktur, fakat bunu söylem alanına taşınması gerekiyor. Çünkü: “Çok eski ve herkes tarafından itirazsız olarak kabul edien bir zihin bilgisi bilimi vardır: mantık. Fakat sezgi bilgisi bilimini hemen hemen kimse hoş görmez veya yalnızca pek az kişi tereddüt ederek ona karşı hoş görürdür. Mantık bigisi aslan payını almıştır; […]
O nedenle, bize sorulduğunda, çocuk yetiştirmekten, alışveriş kültürüne, iş yaşamından, arkadaşlık ilişkilerine dek, çoğumuzun, makul, mantıklı ve “rasyonel” bir yaşam peşinde olduğumuzu vurgulamamız, gönüllü bir yanılgının ifadesidir.
Gönüllü olarak bu yanılgıyı kabullenmenin altında, hayatımızı akıl ve mantık ötesinde bir bilginin yönlendirdiğini itiraf etmenin, sanki başkalarında güven kaybına yol açacağı kaygısı yatmaktadır.
Oysa en başarılı politikacıların, politikanın bir mantık bilimi şeklinde öğretildiği siyasal bilgiler fakültelerinden yetişmediğini, en başarılı tüccarların, yine ticaretin mantık bilimi kapsamında bir bilim olarak öğretildiği akademilerden mezun olmadığını gösteren sayısız örnek, bize sezginin gücünü kanıtlamaktadır. Çünkü hayatın bu ve bir çok alanında “içindeki sesi” dinleyenler, okullarda, kurslarda öğrendikleri mantıklı şeylere kulak verenlerden daha fazla şey becermişlerdir.
14 Comments
Erhan
Öncelikle Fatmanur Hanım’a bu platformda kaliteden ödün vermemesinden dolayı ve Oktay Bey’e de etkileyici yazısından dolayı teşekkür ederim. Her ne kadar burada bazı yorumları eleştirsem de bunun bu sitenin toplam imajına bir etkisi olmuyor ve o yüzden ben de halen burada yorum yazabiliyorum.
İlk önce Oktay Bey’in yazısında en beğendiğim iki paragrafı tekrar paylaşmak istiyorum.
“Sağır ve dilsizlerin nasıl düşündükleri üzerine ünlü bir polemikten yola çıkarak, insanın sadece dilde ve sözcüklerde ifade bulan kavramlarla değil, aynı zamanda imgelerle düşündüğünü söyleyebiliyoruz. Demek ki, mantığın verisi olan kavramların yanısıra, sezginin eseri olan imgeler de, düşüncenin unsurları arasında yer alıyorlar.”
“Modernizmin, sezgi bilgisini gündelik hayat ve insan ilişkilerinde teorik olarak görmezden gelmesi nedeniyle ortaya çıkan olumsuzluklar, yine modernizm tarafından “hasarın giderilmesini” amaçlayan kârlı bir endüstriye dönüştürülmüştür. Böylece, aslında her insanda doğal olarak ve doğuştan mevcut yetenekler, önce insana unutturulmakta, sonra para karşılığı çeşitli eğitimlerle yeniden kazandırılmaktadır.”
Şimdi de “içimizdeki bir ses” konusu hakkında görüşümü belirtmek istiyorum.
Açıkçası bu konu hakkında detaylı bir araştırmam bulunmamakta ama düşündüğüm ve tecrübe ettiğim birçok nokta var. Bu açıklamam bir tez niteliğinde alınabilir ve eğer bunu Oktay Bey’de okuyorsa bundan memnuniyet duyarım ve yorumlarını da almak isterim.
Ben duruma “içimizdeki bir ses”den ziyade “içimizdeki sesler” olarak bakıyorum. Burada sezginin de mantığın da sesi bulunmakta. Oktay Bey sezgiyi zaten çok detaylı açıklamış, ama mantığın da bir sesinin olduğunu ve bizi yönlendirdiğini kendi hayatımda “kendimi yakın merceğe aldığımda” çok iyi farkedebiliyorum. Kendimi yakın merceğe aldığımda kendimi dinliyorum, fiziksel olarak bir ses duymasam bile, sezgimin ve mantığımın ayrı yerlerden konuşarak beni yönlendirdiğini görebiliyorum. Böylelikle bu iki sesin varlığı benim tarafımda aşikar.
Ama üçüncü bir ses daha var. Bu ses ise her zaman kendilerine göre benim iyiliğimi düşünen sezgi veya mantık sesinden daha farklı. Bu üçüncü ses gerçekten benim kötülüğümü istiyor, hatta bazen şeytanca kahkahalarını bile duyabiliyorum. (Bu fiziksel bir ses değil, yani ses halisünasyonu değil, başka bir şey, o sesi duymasam da hissediyorum) O ses ne zaman konuşsa mantığımla ve sezgimle çelişiyor ve ya onlara karşı yeniliyor, ya da üstün oluyor ve beni yönetiyor. Son yıllarda islamiyet üzerine çalışmalara başladığımda bunun isminin “nefis” olduğunu öğrendim. Ama ben bu çalışmalara girmeden önce de bu sesin farkındaydım. Bir tarafta iyiliğimi düşünen iki ses (sezgi ve mantık) diğer tarafta üçüncü ses olan nefsin sesi.
Biraz daha araştırdıktan sonra mantık, sezgi ve nefsin hep birlikte bir yapıda ayrılmaz olduğunu öğrendim, buna da ruh deniliyor. Tabi bu öğrenme, din kaynaklı. Ama bence bir insanın din inancı olsun veya olmasın bu 3 sesi farkedebilir. Yeter ki konsantre olsun ve kendini iyi dinlesin.
Ve benden size inanılmaz bir haber. Bu 3 sesin varlığını farketmemden bu yana, geçmişe nazaran bu 3 sesi çok iyi yönetebiliyorum ve hayatımda doğru kararlar alabiliyorum.
Klişe bir laf ama söylemem lazım. Herşeyin başı farkındalık!
Dilara Konuk
“Oysa en başarılı politikacıların, politikanın bir mantık bilimi şeklinde öğretildiği siyasal bilgiler fakültelerinden yetişmediğini, en başarılı tüccarların, yine ticaretin mantık bilimi kapsamında bir bilim olarak öğretildiği akademilerden mezun olmadığını gösteren sayısız örnek, bize sezginin gücünü kanıtlamaktadır. Çünkü hayatın bu ve bir çok alanında “içindeki sesi” dinleyenler, okullarda, kurslarda öğrendikleri mantıklı şeylere kulak verenlerden daha fazla şey becermişlerdir. ”
bu satırları tüm iş dünyasının çok ama çok profesyonel, rakamsal performansa pek önem verenlerin okumasını diliyorum.
Pelin Karabük
Sezgilerime güvenmeyi çok geç yaşta öğrendim ama öğrendiğim günden beri de çok rahat ediyorum.
Sezgilerimiz bizi yönlendiriyor. Ama sezgilerimizin farkına varsak bile bazen bir iç ses bize sezgileri kullanmamamızı öğütlüyor. Neden bilemiyorum ama bazen doğru olanın ne olduğunu bilsek bile seçimimiz yanlış olan yönde oluyor. Bu da huzursuzluk yaratan bir durumdu bende.
Şimdi içim rahat etmiyorsa,hiç ne zamanımı harcıyorum ne bişey. Hepinize de tavsiye ederim.
Aslı
İçten gelen sesin gurur meselesi olduğu sonucuna nasıl vardınız Oktay bey bilemiyorum. Modern toplumun bir sorunu olabileceğine aklım yatıyorda gurur meselesi olduğundan emin değilim. Hislerimiz, sezgilerimiz iş dünyasında bir anlam ifade etmiyor elbette. Yöneticime gidip, sezgilerim böyle söylüyor o yüzden yapmayalım diyebilmem pek mümkün değil. Komik duruma düşerim doğal olarak. Öyleyse, bu sezgilerimizi hayatın sadece belli alanlarında kullanabiliyoruz. Soft kısımlarında;)
Erhan
Aslı, sabah sabah güldürdün. 🙂 Mesela pazarlama planında şöyle yazacağız: Sezgilerime göre rakibimiz X firması bize 4 aydan önce reaksiyon vermiyecek. Patron oldu canım diyip planı kağıt öğütme makinasına sevk ederdi herhalde 🙂
Çiğdem Salbaylı
Kafamız allak bullak artık. Her kafadan her telden bir ses çıkıyor. Kimin ne dediği neden söylediği belli değil. Hep bir rant peşinde koşma durumu söz konusu. Değerlerimizi yitirmişlik durumu. Grip olur biri sağı gösterir diğeri solu, şaşkınlıktan nasıl günü bitiriyoruz hayret doğrusu. Böyle bir ortamda sezgi mezgi kalmıyor. Her konuya bir merhem var, onu yap iyileşirsin, bunu yap düzelirsin. Böyle bir ortamda sağlıklı nasıl yaşanır? Sezgi mantık ikilisi çoktaaan yok olmuş. Bunaldığım çok belli oluyordur eminim o yüzden de kökten değişim yaşıyorum. Başka türlü olmuyor.
Erhan
Çiğdem, senin gibi düşünen insanlar az da olsa var. Bunalımdan kurtulmanın yolu bence, dünyanı tamamen silip, o insanları bulup yeni bir dünya yaratmak. Daha saf, daha ahlaklı, daha sağduyulu bir dünya.
Çiğdem Salbaylı
Erhan, yeni bir dünya yaratmak gerçekten güzel fikir. Pişman olmaktan korkuyorum ama buna rağmen herşeyi bırakmaya karar verdim.
Murat Can
Oktay bey,
Yazınızı çok beğendim. Bu habsettiğiniz zihin bilgisi bilimi nedir? Bu konuyla ilgili biraz detay verebilirseniz faydalı olur.
Murat Can
Oktay Taftalı
Erhan Bey içimizdeki ‘3. ses’e değinerek önemli bir konuya dikkat çekiyor. İslam’da “nefs” kavramıyla ifade edilen bu ses, batılı anlamda “ego” yu içermekle birlikte, ondan biraz daha fazlasını; yani tüm şeytani istek ve tutkuların temelini oluşturuyor. 80’li yıllara dek müslüman aileler çocuklarını küçük yaşlardan itibaren “nefs”e karşı eğitmeye çalışırlardı. Büyükleriyle birlikte misafirliğe giden çocuk, kendisine şeker ikram edildiğinde ev sahibinin önüne uzattığı tabaktan bir, en fazla iki şeker almaya izinliydi. Yine, sokakta, simit, dondurma vb. yemek, çevrede başkalarının imrenmesine yol açacağı gerekçesiyle ebeveynler tarafından çocuğa yasaklanırdı. Aksi davranışlar, “aç gözlülük”, “görgüsüzlük” gibi nitelemelerle azar işitilmesine neden olurdu. Ve bilindiği gibi “oruç” da tamamıyla “nefs” terbiyesini içeren bir ibadettir. Ancak 80’lerden itibaren bu pedagoji tüketim kültürü ve “güç istenci”nin yaygınlaşmasıyla tahrip edilmiştir. Artık ikram edilen şekerlerin hepsini avuçlamak “sunulan fırsatı değerlendirmek” olarak, yoksulların gözü önünde tüketmek ise “gerçekleşen özgüven” belirtisi olarak iltifata tâbidir. Her ne kadar memleket görünürde daha da islamileşmiş bir fotoğraf yansıtsa da, pedagojik pratik’in tam tersi yönde geliştiğini gözlemleyebiliyoruz. Bir de “nefs” terbiyesi için kendi inanç ve medeniyetimiz yeterli imkâna fazlasıyla sahipken, bu terbiyeyi Yoga’da, Hint’te, Çin’de aramak eğilimleri varki, o da bambaşkadır.
Aslı Hanım’ın sorusu bir bakıma doğru. Modern insanın sezgilerini kullanması veya bunu itiraf etmesi, gurur meselesi olmaktan çok, yine Aslı Hanım’ın ifadesiyle “komik duruma düşmek” kaygısı şeklinde anlaşılabilir.
Murat Bey, “zihin bilgisi bilimi” yani kısaca “mantık” ve “sezgi bilgisi bilimi” kısaca “estetik” hakkında ayrıntılı bilgi için: benim de yukarda kendisinden alıntılar yaptığım Benedetto Croce’nin “İfade Bilimi ve Genel Lingüistik olarak Estetik” adlı yapıtı temel bir kaynaktır. (1. Basım Atatürk Üniv. Yay. 1969 / 2. Basım Remzi Kitabevi 1985.)
Sağlık ve esenlikle.
Sibel
Oktay bey, düşüncelerime tercüman oldunuz. Yoga öğretilerine olan ilgi, her tür Hint öğretisine sarılan yukarı sınıf insanlar neyin arayışındalar bilemiyorum. Okuduklari bu kitaplarla kendilerini guru ilan edenler.Bunların din olmadığından böyle popüler olduğunu ve ruhların iyi geldiğini söyleyenler.
Sizler gibi bilgili kişilerden bu yorumları okumak gerçekten içimi ferahlatıyor. Bu insanların kaybolmuş hayatlarını tekrardan yakalayabilmek için sarıldıkları konular etrafımdakilerin delirmeye başladığını düşündürüyordu. Onlara katılmadığım için “out” bir dost olmam da kendim hakkında acaba ben mi garibim dedirtirken, sizin bu yazınız ilaç gibi geldi. Sağolun.
Aslı
Oktay bey beni anladığınız için teşekkürler. İş dünyasında sezgilere gerçekten yer yok. Herşeyi rakama dökmek zorundayız. araştırma şirketlerine gidip sezgimizi kanıtlamak durumundayız. bu yanlış demiyorum, sadece sezgilerin iş dünyasında ne kadar anlamsız ve gereksiz duygular olduğunun üzerine basıyorum.
Küçük işletmeler belki bu açıdan daha rahat. Sezginizle hareket edebilirsiniz. Sonuçta inovasyonda bir çeşit sezgi bence. Önce sezgi ile başlıyor bana kalırsa yaratıcılık. Ama elbette bunu anlatırken ‘süper beyin, sistematik akış’lardan falan bahsetmeliki alay etmesinler, değil mi?
Murat
“imgeleri ifadeye dönüştürülebilmek, kavramları ifade etmekten daha zordur ve yine sezgisel bakımdan ayrıcalıklı bir yetenek gerektirir.”
Bu cümleden yetenekli olduğumu çıkartıyorum:) Yazıyı 2 kez okumak durumunda kaldım ama sonunda kendime bir pay çıkartabildim:)
Nilay Akağaç
Fatmanur hanım, Oktay beyi bizimle tanıştırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son zamanlarda okuduğum en başarılı yazı. Özellikle kuantumcuların ateşi altında kaldığıma kanaat getirdiğim şu dönemde, akıl, mantık, sezgi, bilim, felsefe içeren bu anlatım mantığımı daha fazla kullanmayı seçmek istediğimi anlamamı sağladı.
Fidel örneği ve sorgulaması ne kadar da doğru olmuş Sağımız solumuz her tarafımız bir uzman, bir danışman. Tek başımıza artık nefes bile doğru alamıyormuşuz!! da yeni oğrendik.
Sezgi ve iç ses diyorum ben. Başarılı insanların kuvvetli oldukları iki nokta. kuvvetli sezgi ve dinledikleri iç ses.